Zaman ne çabuk geçiyor değil mi? Oysa eskiden ne kadar da yavaştı. Bir dakika 60 saniyeden fazla sürerdi mesela. Bir saat 72 dakika. Pazartesiden pazar gününe çok geç ulaşılırdı üstelik. Salıyı, çarşambayı, perşembeyi geçmek öyle kolay mı? Bekle ki Pazar gelecek… Çok değil, bundan bilmem kaç yüz bin baloncuk sene önce böyleydi zaman. Hatta ‘zamaaan’. Develerin hörgüçlerinde zamandan arta kalanlar depo edilirdi. Ayılar kış uykusundan erken kalkardı, çünkü kış bir türlü bitmezdi.
Şimdi ise zaman ne çabuk geçiyor değil mi? Vapur ne çabuk kalkıyor iskeleden, otobüs ne çabuk geçiyor durağı. Yayalar ne kadar da hızlandı… Yelkovanlar on dakikayı beş dakikada alabiliyor bazen. Bir gün 21 saatte bitebiliyor da. Öyle hızlı ki her şey. Sanırım yetişeceğiz böylece, yetişmemiz gereken her ne ise, ona. Hem yakalanmayız da, her gün her birimizi kovalayan atlara!
Dün doğup, bugün yaşayıp, yarına kalmadan ölüyoruz. Bir an önce ölmeliyiz çünkü. Bir an önce bitirmeliyiz ne kadar işimiz varsa. Işık hızından da hızlı gitmeliyiz. Işığın olmadığı yerlere önce biz, biz, biz!..
O yüzdendir ki, kısacık vakitlere sığıyor ağlaşmalarımız, gülüşlerimiz. Oysa ne çabuk sıkılıyoruz. Hemen sıkılıyoruz. Vın diye sıkılıyoruz… Dünya da öyle, istiyor ki 300 güne tamamlasın turunu. Mevsimler alelacele devinsin birbirine. Ki her yılbaşında söylenebilelim diye zamanın geçip gitmişliğine!
Evet, evet.
Eskidendi o konuşmaya, dinlemeye, sevmeye ayrılacak vakitler. Bu ara hiç vaktimiz yok. Kimse kusura bakmasın.
Son zamanlarda hayatımda okuduğum en anlamlı yazıydı.
Teşekkür ederim.